Ana içeriğe atla

VARLIK VE ZAMAN

 HEİDEGGER- METAFİZİĞE GİRİŞ 


GİRİŞ


Tıpkı bazı kişilerin, bazı ülkelerin kendi standartlarını yaratmak istemesi gibi, Heidegger de kendisine özgü kavramlar yaratmak suretiyle kendi felsefesini Batı metafiziği olarak gördüğü şeyden ayırmaya çalışıyor. Heidegger’in doğrudan kazıkta yakmadan önce şu söylemi yoklayalım: “Dil ile düşünüyoruz ve dil ile felsefe yapıyoruz.” Ve bahsettiğimiz bu dil, özellikle kıta felsefesinin de sıklıkla vurguladığı gibi tarihsel, toplumsal, kültürel kodlarla doludur. Bu ne demek oluyor? Dilin tarihsel bir yapıya sahip olması ne anlama gelir? Sizin aşk dediğiniz şey, Milattan önce 5. yüzyılda aşk dediğiniz kavramdan anladığınız şeyle 12. yüzyılda, 19. yüzyılda, 21. yüzyılda farklılaşabilir. Bunun en basit örneği için 'fenomen' kavramına bakalım. Platon’da fenomen; bir gölge, bir yansıma. Ve bu yüzden varlığın kendisi dahil değil öyle değil mi? İdealara göre hiyerarşik yapıda en altta olan bir şeydir. Oysa Kant’ta fenomen, transandantal ilkeler tarafından kurulan, bizim nesne tasarımızdır ve biz zaten sadece fenomeni bilebiliyoruz. Fenomenin ötesindeki hiçbir şeyi bilemiyoruz. Husserl de fenomeni, kendi içerisinde logosu barındıran bir şey olarak tanımlar. Adım adım nereye geldiğimi görüyorsunuz, değil mi? Fenomen dediğimiz bir kavram var ve bu kavramın felsefe tarihi boyunca edindiği tüm yükü sırtında taşımak istemeyen filozoflar, Heidegger gibi, kendi kavramlarını yeniden yaratmak istiyorlar. İnsan, özne, bilinç dediğimiz kavramların kendilerine dair içerikleri vardır. Dahası, var olan kavramların ortaya çıkardığı felsefeyi zaten eleştiriyor Heidegger.


Bu noktada ne yaparsınız? Kavram yaratmaya başlarsınız. Kıta felsefesinin ünlü filozoflarından Gilles Deleuze, “felsefe, kavram yaratmaktır” der (Deleuze, 2001). Çünkü bu noktada iki farklı bakış açısı vardır. Bir tanesi, zaten var olan farklı kavramları indirgemek suretiyle bir çeşit analiz etmeye yöneliktir; diğer tarafta ise dünyaya dair sahip olduğumuz düşünce, bakış açısı ve onu ele alma biçimlerimizi yetersiz bulanlar, görüşü ve düşünceyi genişletmek adına bu kavramları üretmeye çalışırlar. Çünkü aslında dil, bir açıdan imkansızın imkanı değil mi? Dil aracılığıyla kendinizi anlatmaya çalıştığınızda bir başkasını anlamaya çalıştığınızda ya da varlığa dair bir düşünüm gerçekleştirdiğinizde, o limiti, o sınırı yokluyorsunuz. Bu noktada yeni kavramlar üretmek, aslında düşüncede kıvraklaşmak anlamına gelir. Siz düşüncenizi ve perspektifinizi genişletmeye çalışıyorsunuz. Mesela Heidegger’in lügatında şöyle kavramlarla karşılaşacağız: “bir şey uğrunalık, kendi olarak duramayış, bir şeylerin zaten beraberinde olma, bütün olma olabilirliği” gibi kavramlar var. Ve bunların her biri tabii ki Almanca kavramlardır. Bu yüzden, Hegel gibi Heidegger gibi isimlerin kendilerine has kavramlar yarattığını görürüz ve bu kavramları yaratmayı, ortalığı karıştırmak gibi anlamsız bir çaba olarak görmek, bana biraz sığ bakış gibi geliyor, dürüst olmak gerekirse. Çünkü kavramı inceliğine bakar mısınız? “bütün olma olabilirliği, bir şeylerin zaten beraberinde olma.” Zaten tam da Heidegger’in başarısı buradan gelir, bence. Bu tarz kavramlar yaratmak suretiyle aslında bir parçası olduğumuz, hatta kendisi olduğumuz varlığa yönelik bambaşka bakış açıları kurmaya başladığınızı göreceksiniz. Heidegger’a kadar uzanan – belki buradan Nietzsche’yi eleyebiliriz, Spinoza’yı istisna olarak bırakabiliriz – uzanan felsefe tarihinde muazzam bir kartezyen düalizm var: özne ve diğer şeyler. İnsanın diğer hayvanlara, diğer varlıklara göre hiyerarşik bir sıralaması olması. Tüm bu fikrin bize getirdiği yer, işte burası.


İnsan merkezli bir bakış açısının yarattığı ekolojik felaketler ve hayvan haklarının hiçe sayılması gibi sorunlara varıyoruz. İşte Heidegger’in ürettiği kavramlar, belki de daha önce Descartes’in fark edemediği bir şeye işaret etmek üzere orada varlar. "Açığa çıkarmak" fiilini burada özellikle kullandım çünkü Heidegger'e mal edilen bir söz vardır: "Dil varlığın evidir." O, dilde bir çeşit "alethia"nın, yani hakikatin açığa çıkması imkanını görür. O yüzden belki girişte yapılacak başka bir uyarı ise; dile dair genellikle kıta felsefesinin dil ile mantıkla ilgilenmediği ya da semantik ile ilgilenmediği ve bu meseleyi sadece analitik felsefede sorunsallaştırıldığı düşünülür, ama iş pek öyle değil. Husserl bir mantıkçıydı, Heidegger, Derrida gibi isimler de dili başka açılardan mesele etti. Belki de buradaki farklılık, özellikle kıta felsefesi söz konusu olduğunda, yaşama dünyasına vurgu yapmalarıydı. Peki Heidegger, ne eleştirisi üzerine kendi felsefesini kuruyor? Yani Batı felsefesi tarihini bir metafizik tarihi olarak görüp hangi açıdan eleştiriyor? O yüzden sıradaki bölümün ismi "Varlığın Unutulmuşluğu"...


METAFİZİĞİN ELEŞTİRİSİ


Heidegger, fenomenolojinin temel problemi olarak tercüme edebileceğimiz çalışmasında aslında varlığa dair ortaya atılan fikirleri dört grupta inceler ve bu dört grubun her birine karşı tezler geliştirir. Bunlardan biri Kant’ın yarattığı felsefe, ikincisi ortaçağ Skolastisizmi dolayısıyla Aristotelesçilik, üçüncüsü varlığı özne ve nesne olarak ayıran Descartes’in kartezyen felsefesi ve sonuncusu da mantığın sesi. Heidegger’a göre, ortaya konan bütün tezlerde çok büyük bir problem var. Bu problemleri ben kendi açımdan maddeleyerek devam edeceğim, hangi şekilde anlaşılır olacağına inanıyorsam, o şekilde devam edeceğim.


Bunlardan ilki ve bence en bariz olanı, sürekli varlığı ben ve öteki, insan ve nesne, insan ve insan dışında kalan şeyler özne ve nesne olarak, ikili bir kavrayışla görmemizdir. Çünkü bakıldığında, Platon, Descartes, Kant gibi filozoflar, insanı sanki dünyadan tamamen izole olabilecek, o bütün ilişkiselliği, o bütün dünyasalığı göz ardı edebileceğimiz bir yapı olarak kavramışlardır. Sanki insan, bir nesnenin çekmece içerisinde durmasını benzer bir şekilde dünyadadır ve zihni de bedene yerleştirilmiş bir şey olarak görürler. Sonrasında bu fikir, özellikle modern bilimle birlikte bir makina-insan fikrine doğru dönüştü. Makine insanda da sanki insan olmak, böyle işleyen, dişlerin ve çarkların bir araya gelmesine benzer bir şekilde bir yapı haline geldi. Bilinç ve onun dışındaki dünya arasındaki bir ikilik, beden ve zihin arasında bir ikilik, ben ve ötekisi arasında sürekli bir ikilik var. İnsan, bu bakış açısıyla kendisini içerisinde bulunduğu ve hatta doğrusu içerisinde bile değil, birlikte var olduğu dünyanın karşısına koyar. Bu günlerde çok popüler olmuş olan o terimi aracılığıyla düşünürsek, bu bakış açısında insanın bağlantısal bütünselliğini göz ardı eden bir şey vardır. Heidegger’in bunu söylediği zaman 1927’ye bakın. O yüzden ilk eleştirisi şu şekilde özetlenebilir: Geleneksel Batı felsefesi, öznellik ve nesnellik şeklindeki iki kutup halinde kurulmuştur. Bu tutum, insanın bir varlık olarak, dünyadaki diğer şeylerle birlikte var olduğunu görmezden gelir. Yani insana dair sahip olduğumuz bakış açısı, zaten Heidegger’a göre yanlıştır. Bu ve birazdan da söz edeceğim çok fazla nedenle birlikte, Heidegger felsefesinde insan denilen bir kavramla özneyle bilinçle karşılaşmayız, mesela. Heidegger, Husserl’i tam da bilinç felsefesi yapmakla eleştirir. Örneğin, siz bir sandalyeden bile söz etseniz, bu sandalye böyle hiçliğin ortasında tek başına var olmaz, değil mi? Bir var olanlarla birlikte var olur. Bu noktada Heidegger şöyle bir geri dönüş yapar. Eğer ki biz ortaçağ skolastisizmi, Descartes, Kant gibi isimlerde bir özne bir bilinç felsefesiyle karşılaşırsak, insanı merkeze alan bir bakış varsa geriye doğru döndüğümüzde varlığı varlık olarak gören kimi bulabiliriz?


Elbette Sokrates öncesi düşünürleri. Bu noktada Heidegger de Nietzsche’ye benzer bir şekilde Antik Yunan’a yüzünü döner. Çünkü bakıldığında ilk olarak presokratiklerde görmüş olduğumuz şey şu: Onlar varlığı, varlık olarak değil mi, görünen görünür kendisini görünüşe getiren olarak kavradılar. Presokratikler’i hatırlayın mesela. Onlarda görünen görünüş ya da onun ötesindeki gerçeklik gibi bir ayrım var mıydı? Kendinde şey denilen bir şey yoktu değil mi? Heidegger da bu düşünceye karşı çıkarak, insanın ve dünyanın somut olarak kavranışına yönelir. O yüzden sanıldığının aksine, hiç bilmeyenlerin genellikle sandığının aksine Heidegger böyle özlerden bahseden, ayakları yere basmayan mistik bir felsefe yapmaz. Yani eğer bir metafizikten söz edeceksek, bu olsa olsa içkinlik metafiziği olacaktır. Sonrasında şöyle bir yere gidiyor Heidegger. Özellikle “Metafizik Nedir?” adlı kitabında bunu görebiliriz. “Yaa sorumuz yanlışsa?” kitapta varlığın varlık olarak düşünülmesinin önünde bir engel olduğunu, varlığın anlamı olduğu sorusunun unutulmuş bir soru olduğuna dikkat çeker. Biz aslında sormamız gereken o soruyu unuttuk. Çünkü biz genelde bir şeylerden bahsederken “nedir?” sorusunu sorarak, onu betimlemeye girişiriz. Bir çiçek nedir, bir bitki nedir, bir insan nedir, ölüm nedir deriz mesela değil mi? Bakın, bu noktada enteresan bir şey var. Eğer ben size ölüm nedir dersem ve Google’a girip de konuyla ilgili kimyasal, biyolojik açıklama görürseniz, bu ancak Heidegger’in deyimiyle ontik bilimlerin yaptığı şey olur. Çünkü Heidegger’a göre pozitif bilimler sadece betimleyicilerdir, kategoriler aracılığıyla o şeyin nesnel bir betimlemesini yapmaya girişirler. Bu önemsizdir demiyorum ama bu ontik bilimsel betimleyici bir açıklamadır. Peki o zaman felsefenin amacı ne? Felsefe neden var? Heidegger diyor ki “asıl felsefe ontik değil ontolojiktir”. Bu ise şu anlama gelir: Siz bir şeyin ontolojisini yapmaya başladığınızda sadece “nedir” sorusunu sormazsınız. Aynı zamanda “ne anlama gelir” diye sorarsınız. Bizi Antik Yunan’daki bu “nedir” sorusunu yeniden düşünmeye davet eder.


Presokratiklerin sıklıkla sormuş olduğu sorular öyle ya da böyle her seferinde bizi o şeyin anlamını düşünmeye davet eder. Çünkü siz bir şeyin anlamından söz ediyorsanız, aslında orada kaçınılmaz olarak düşünmeniz gereken başka bir şey vardır: ilişki meselesi. Sandalyenin, kapının, bir tuğlanın, tapınağın, ölümün kendisinde bir anlamı olması, kendisinin ötesinde mutlak bir anlamı olması mümkün değil, değil mi? Anlam dediğimiz şey her seferinde bir ilişkide yönelimsel bir ilişkide açığa çıkar, demiştik. O halde asıl felsefe, ontik bilimlerden farklı bir ontoloji olarak varlığın bizim için anlamının ne olduğunu açığa çıkarmalı.


Heidegger, felsefesinde bütün varlıklar arasında farklılıklar olsa da birinin diğerinden daha önemli olduğu bir hiyerarşiden söz etmeyiz. O, böyle varlığı birbirinden farklı parçalara bölerek sınırlandırmaz. “Nitekim hakkında konuştuğumuz, bir kanaat beslediğimiz şu veya bu şekilde ilişki kurduğumuz her şey bir var olandır. Ayrıca neliğimiz ve nasıllağımız içindeki bizler de bir var olanız” (Heidegger, 2009). Heidegger, meseleyi şuradan itibaren düşünmemizi istiyor: Madem ki biz artık varlık nedir yerine varlığın anlamı nedir şeklindeki antik soruya geri döneceğiz. Varlığın anlamının ne olduğunu sorabilecek yegane varlık kimdir? İnsan.


DASEİN


Buradaki meseleyi Batı felsefesinin yanlış kurgulandığını söyler. Çünkü insanın diğer şeylerden farklı olarak düşünebilmesi bir cogito olması, dünyanın kurucusu olduğu anlamına gelmez. Sadece kendi varlığını ya da daha doğrusu genel olarak, varlığın ne anlama gelebileceğini soru konusu edinebilme olanı olduğunu gösterir. O halde Heidegger insanın varoluşsal bir özelliği olması, dünyanın kurucu ilkesi olması anlamında değil, kendi varoluşsal yapısını kavrama olanağından ileri gelir. İşte ilk kavramsal ayrımız burada doğar. O halde bir kendi varoluşsal yapısını kavrama olanağına sahip, böylelikle varlığın anlamı nedir sorusunu sorabilecek dasein var, bir tarafta da örneğin sandalye gibi şeylerin tekil varlığı var. Bu ikisi arasında tekil şeyler ve insan arasında belirli sınırlar yok ya da biri diğerine önsel biri diğerinin varlık sebebi değil. Aralarındaki ayrım ontolojik bir fark ve tek tek var olanlar, Heidegger’in insanı daseindan bağımsız olarak da zaten vardır. Yani Berkeley’den Kant’tan, Descartes’ten ne kadar farklı bu noktada görüyor musunuz? Diğer şeylerin temsilleri benim aklımda kuruluyor gibi bir yerden yaklaşmadı bile konuya. Bütün batı metafiziğinden başka bir yere vardık. Onlar daseindan bağımsız olarak vardır ama onlar sadece var-dır, var-olmamaktadır.


Şimdi meselenin o egzistansiyel, varoluşsal yanına yapmış bulunuyoruz. Heidegger’in ikisi arasında yapmış olduğu ayrımın zemini insanın varoluşsal bir karaktere sahip olması. Kelimelerden hareket edin. Çünkü zaten Heidegger ne demişti? “Dil, varlığın evidir”. Varoluşu ele alalım. Oluş nasıl bir kavram? Hareketli değil mi? Zamana tabii, değişim, dönüşüm geçirebilen ve bu açıdan bakıldığında dönüşme olasılığına sahip olan zamansal bir yapı. İşte bu noktada Heidegger bize şunu söyler: aslında dasein’ın farklı olarak sahip olduğu şey, kendi olanaklarını yaratabilme vurgusu. Tam da bu noktadan sonra Sartre’a kapı açılacak. Bu yüzden Heidegger varlık dediğimiz şeyi 3’e ayıracak. Bu noktada Almanca kavramlar var. Birincisi Zuhandensein: el altında var olanlar, alet ve edevat olarak kullandıklarımız. İki Vorhandensein: bilmek ya da betimlemek yoluyla teorik bir ilişki kurduklarımız. Üçü ise Dasein aslında bahsettiğim işte burada insanın varoluşu ama insanın varoluşsal karakterini betimlemek üzere Heidegger’in kullandığı Almanca kavram. O varlık sorusunu var olmanın ne anlama geldiğini sorabilme yetkinliğine sahip. Biraz daha da-sein kavramına bakalım. Dasein’in Almancadaki en temel anlamı böyle kelimeyi çözümleyerek bakarsak, gündelik insan yaşamı, sıradan insan hayatı. Da burada veya orada olma anlamını taşırken, Sein ise var olmak anlamına geliyor. Bu yüzden direkt doğrudan tercüme yaparsak, orada veya burada var olan olarak tercüme ederiz. Ama bu çeviri bize pek de bir şey söylemez. Dediğim gibi Heidegger için dasein olmak, dasein olmanın anlamı varlık sorusunu sorabilme yetkinliğinden gelir. Şimdi bu durumda Heidegger dasein derken bildiğin bilinçten söz etmiş diyebilirsiniz. İşte doğadaki canlılara baktığımızda nesnelerin bilinci yok, hayvanların birinci olup olmaması meselesi de şüpheli ee bir tek insan bilinç sahibi ve o kendi varlığını soru konusu edinebiliyor ve varlık üzerine sorular sorarak onu anlamaya çalışıyor, bilim gibi felsefe gibi din, sanat gibi etkinlikler yapıyor Heidegger bunu kastediyor diyebilirsiniz.


İyi de o zaman Heidegger neden Dasein yerine bilinçli insan dememiştir? Çünkü eğer böyle söyleseydi, siz insan olmanın anlamını, bilinç adı verilen beyninizin yaratmış olduğu bir etkinlikte kavrardınız, dünyanın kendisiyle ilişki kuramazdınız; arada bilinç denilen bir yeti olurdu ve bir ikilik olurdu. Heidegger’in Dasein kavramını kurmuş olduğu yer, bilinçli bir canlı olan insan değil. Heidegger’in Dasein zaman kavramını kurmuş olduğu yer, zaten kitapta da şöyle diyecek: Dasein'in özü, onun var oluşudur (Heidegger, 2008). Bu açıdan Dasein'ı diğer şeylerden ayıran, bilinç sahibi olmasından ziyade, dünya içerisinde olmaklığı, zamansallığı, kaygı ve ilgiye sahip olması, tarihselliği ve tüm bunların farkında olabilme yetkinliğinden ileri gelir. O halde Dasein'ın temel konstitüsyonu diyebileceğimiz Dasein'ın temel karakteristiği, kendi varoluşsal yapısının farkında olabilmesi, böyle bir yetkinliğe iyi bilmesi, ikincisi var olmanın anlamını olanaklı yapabilmesi. Bu ifade çok enteresan. Çünkü bir yandan böyle çok Nietzsche’ci var olmanın anlamını olanaklı yapmak. Çünkü anlam ancak Dasein'ın bu edimiyle birlikte olanaklı olabilecek bir şey zaten. Heidegger’ın aşkın bir öğretiye gitmesi, anlamı başka bir yerde bulması, uzay-zamanın bu dünyanın, bu üçgenin dışında bir anlam ortaya koymamız da yine benim Heidegger da sevdiğim fikirlerden bir tanesi. Elbette bütün insanlar Dasein'a sahip ama Heidegger, felsefesinde yine Nietzsche felsefesinde olan başka bir ayrımda var. “Das Man” dediğimiz bir kavram var.


Bir tarafta o gündeliklik, o hergünkü içerisinde kendisini otantik yani sahih bir varoluş gerçekleştirmemiş, varlığın anlamını sorgulamaya gitmemiş, böylesi bir varoluşsal yapısının anlamının ne olduğunu bulamamış das Man herkes var ve bir tarafta da tam da ilgi ve kaygıları yoluyla bu sorgulamayı yapmış ve kendi var olma olanağını yaratmış Dasein var. Mesela burada şöyle bir kavram söyledim: “Hergünkülük.” Bu kavram kulağımızı şu an tırmalıyor olabilir. Çünkü çok Heidegger’ci bir kavram. Hergünkülük, bir makina, bir robotmuşçasına sabah uyanıp günde yapmanız gereken şeyleri tak tak tak tak yapıp tıpkı bir dişliymişsiniz gibi, bir makinaymışsınız gibi yaşamanız. Oysa varlığınızın anlamını sorgulamaya başlamanız, böylesi bir varoluşsal yapıya sahip olmanız sizi das Man'lıktan çıkartıp Dasein haline getiriyor.


Şimdi bu genel giriş muhtemelen sizi çok da şaşırtmadı, yani Heidegger felsefesinin en can alıcı kısmı değil. Çünkü meseleye zaten sonrasında işte Sarte, Albert Camus gibi kişiler de buradan devam edecekler ve varoluşçuluk adını verdiğimiz bir akım çıkacak. Heidegger bulduğu başka bir fikri var. Bir dünyadalık, iki içinde olmaklık, üç birlikte olmaklık.


DASEİN’İN DÜNYASALLIĞI


Heidegger diyecek ki Dasein'in dünyada olması, bir nesnenin bir kutunun içerisinde var olmasına benzemez. Burada bahsettiğimiz, yani Dasein'in dünyasal olması ya da dünyasal bir karaktere sahip olması, aslında mekansal olarak bir şeyin başka bir şeyin içinde olması değildir. Çünkü Dasein tam da kendisini bu dünyada açar. Yani Dasein'in Dasein yapan şey de bu dünyasallık aslında. Bu noktada hemen dünya kavramıyla Heidegger’in ne kastettiğini açmamız gereklidir. Dünya doğa değildir. (...) Tüm şeylerin bütününden daha fazla bir şeydir. Bizi çevreleyen çevredir, ortamdır. Cosmos evren, dünya, kişiler, hayvanlar, bitkilerin tamamı dahi çok fazla olmasına rağmen felsefi açıdan dünya değildir (Heidegger, 2008:145). İşte burası karışmaya başladı. Meselenin fenomenolojik olduğu yer. “Dünya doğa değildir” bu kısmı şöyle anlamalıyız: Benim bir dünyaya sahip olmam, dünya adını verdiğimiz gezegende bu doğanın içerisinde, uzay ve zamanda şu koordinatlar aracılığıyla tam da bu noktada duruyor olan değildir. Çünkü bakıldığında arkamdaki kitapların bu evin karşımdaki evinde koordinatlar sisteminde bir yeri var değil mi? İşaret edilebilen bir konumu var. Heidegger’in dünya ile kast ettiği şey bu olmaktan ziyade birazdan şu anlama geliyor: Doğadaki bütün varlıklar, aldıkları tepkilere karşılık bir etki olarak, otomatik bir şekilde tepki verirler. Acıktığı için yemek yer, kovalandığı için kaçar, yani doğal olarak doğal süreçlerde aldıkları uyaranlara zorunlu nedenselliğin zorunlu yasalarınca tepki olarak karşılık verirler değil mi?


Oysa Dasein'ın ayrı bir yapısı daha var. Elbette benim de gözümün içerisine ışık tutarsanız, gözümü kapatırım. Çünkü orada biyolojik bir şey var. Ama Heidegger’in bahsetmiş olduğu dünya, biraz daha yaşama dünyası. Burada Husserl’in son döneminde kullandığı Living World kavramını hatırlamak lazım, yaşamı dünyası kavramını. Çünkü bizler varoluşsal olarak, kendi ilgilerimiz ve kaygılarımız uyarınca aldığımız uyaranlara, kendi algımıza paralel olarak, karşılık veriyoruz. Mesela bu örneği şimdi ben uydurayım. Gerçi Heidegger’in das Ding isimli bir makalesi var, şey isimli bir makalesi var orada kullanıyor ve benzer bir örneği ben de zeytinyağı dalı demiş olayım. Ben size bir zeytin dalı uzattığımda, siz zeytin dalına sadece var olan bir ağacın parçası olarak görmezsiniz değil mi? Aynı zamanda zeytin dalını sizin yaşama dünyanızda, sizin varoluşsal dünyanızda başka bir anlamı vardır. Ve zeytin dalı uzatılmasını ya da beyaz bayrak kaldırılması gibi türünden uyaranlara verdiğiniz tepki ki, sizin algınıza paralel bir şekilde kurulur. Ve sizin algınızda sadece biyolojik, nörolojik, fizyolojik süreçlere indirgenemez. Çünkü bizim şeylerle kurmuş olduğumuz ilişki, kendi yaşama dünyamız içerisinde, kendi var olma, kendi varoluşsal karakterimiz içerisinde kurulur. Heidegger’in de bu bahsetmiş olduğum şey adlı makalesinde verdiği örnek mermer bir tapınak. Siz bir tapınağa baktığınızda, sadece mermerlerin bir araya geldiği bir yapı görmezsiniz değil mi? Orada bir kutsal anlatı, bir kutsalın alegorisi görürsünüz. Peki, bir tapınağı tapınak yapan nedir? Heidegger şöyle der: Tapınağı tapınak yapan ne malzemesidir, ne biçimidir. Aslında tapınağın tapınaklığı, tapınağın bir tapınak haline gelmesi, tam da benim varoluşsal bu anlam dünyam içerisinde açığa çıkar. Artık mermer sadece bir mermer olmaktan çıkarak, benim anlam dünyamda, benim ilgilerimce farklı bir şeye dönüştü. O yüzden Dasein'ın dünya karşısında bir takım tutumları vardır ve bizim sahip olmuş olduğumuz bu tutumlarda aldığımız uyaranlara vereceğimiz tepkileri etkiler.


Bu meselenin fenomenolojisi, yani biz görme dediğimiz şeyin bile nesnel objektif olamayacağını söylüyoruz. Saffet Murat Tura’nın(2024) bir sözü vardı: Aslında objektiflik dediğimiz şey de kaynaşmış bir subjektiftir” diye (s. 281-282). Aynı şeylere bakıyoruz ama aynı şeyi görmüyoruz. Bırakın burada insanlar arası farklılığı, bir tavşanın dünyam dediği şeyle, bir tavşanın fenomenel dünyası ile bir insanın fenomen dünyası birbirlerinden farklıdır. Aslında yüzyılın başında bu konuda araştırmalar yapan bir biyolog var, Jacop von Uexküll(1866-1944). Uexküll’ün onun adını verdiği Almanca umwelt yani çevre anlamına gelen bir kavramı var. O bütün doğadaki canlıların, kendi ilgileri, kendi kaygıları yani var olurken neye ihtiyaçları olduğu bağlamında, kendi çevrelerini kurduğunu savunur. Gerçekten şunu düşünün, şu an yerde bir karınca var ve ben aslında uzay-zaman olarak, mekansal koordinatlar olarak yakın yerlerde duruyorum. Peki, bu bizi aynı dünyaya sahip yapar mı? Aslında karıncanın kendi yaşama dünyasıyla onu fenomenal dünyası, ilişkiye girmiş olduğu dünya ile benimki bir mi? Heidegger’in 1927’de işte Dasein'ın dünyasallığı veya Dünyanın içinde var olmaklığı konusunda söylediği şeyler sinir bilim tarafında da şu şekilde yankı buluyor. Wolter Freeman isimli bir sinir bilimci, tavşanlarda öğrenme üzerine bir araştırma yapıyor ve araştırmanın bulgularından bir tanesi şu: Aslında tavşanlar da tıpkı insanlar gibi, kendisi için önemli olan şeylerden kendisine bir çevre yaratıyorlar. Bu kısım Heidegger açısından tartışmalı tabii. Çünkü Heidegger’a göre sadece insanın dünyası olur, hayvanların dünyası olmaz ama bu tartışmaya girmeyeceğim. Burada bahsettiğim asıl fenomenolojik olan şey ve benim çok ilgimi çeken şey, bizim dünya dediğimiz şeyin aslında tek tek nesnelerin böyle bir araya gelmesi veya toplamı olmaması. İnsan ya da diğer bütün canlılar, kendi ilgilerine, kaygılarına, fizyolojik alt yapılarına bağlı olarak, kendi dünyalarını, kendi fenomenel yaşam çevrelerini yaratıyorlar. O yüzden Heidegger felsefesinde bilmemiz gereken Dasein gibi iki kavram da var. Bunlardan bir tanesi in-der-Welt-sein yani bir Dünyada olmaklık, ikinci mitssein birlikte olmaktır. O yüzden şöyle de söyleyebiliriz: Heidegger’a göre dünyayı bilmek, özne ve nesne arasındaki epistemolojik bir durum değil, epistemolojik değil ontolojik bir durumdur. Siz özne ve nesne arasındaki ilişki bağlamında bir bilgi ortaya koymaya çalışırsanız, evet, işin epistemolojisi yaparsınız ama bu gerçeği yansıtmaz. O yüzden bilme, Dasein'ın bir tarzı, Dasein'ın varlık olma tarzıdır. Çünkü diğer var olanlarla ilişki içerisinde var olmaya devam eden Dasein, kendi ilgilelerince şeylere bazı anlamlar yükleyecek ve onlarla kurmuş olduğu bu yönelimsel ilişkide aslında kendi dünyasını, kendi varlığını, kendi varlık terzini açığa çıkartacak. Dasein, dünyayı pasif bir şekilde tepki vermek yerine, dünya üzerinde diğer var olanlar üzerinde bir şeyler yapar ve kendi varoluşunu anlamaya çalışır. Bu da onu diğer var olanların ötesine geçirir. Ama bu kısımda şöyle bir soru doğuruyor. İyi de o zaman insan neden kendi varoluşunu soru konusu edinme kapasitesine sahip veya diğer şeyleri araçsallaştırarak nereye varmaya çalışıyor? Yani tüm bu motivasyonu kuran şey ne? Dasein olmaklığı sağlayan, ona bu varoluş tarzını kazandıran Heidegger’in felsefesini asıl zemini nerede kurulacak? Heidegger de “dünya’ya fırlatılmışlık” adını verdiğimiz bir kavram var. Aslında bizler, bu dünyaya fırlatılmış bir şekilde kendimizi bulduk değil mi? Yani kimse nerede doğacağını, ne zaman doğacağını, doğup doğmayacağını seçemedi. Bizler kendimizi zaten hali hazırda tarihsel olarak oluşturulmuş bir çevre içerisinde, o dünyaya fırlatılmış bir şekilde bulduk. Ben 1996’da Mardin’de doğdum mesela. O halde imkanlarım itibariyle sınırlandırılmış bir dünya içerisinde kendimi buldum. Ama bu noktada eğer ben hergünkülüğümden sıyrılarak daha otantik, daha sahih bir varoluşa geçersem, bu noktada Heidegger’in unutulmuş soru adını verdiği yere ulaşmam da mümkün olacak. Peki, bana bu sorgulamayı yaptıran şey ve ki benim daha az aynı olmana imkan veren şey ne? Elbette zaman...


ZAMANSALLIK


Hatırlayın, bir diğer kitabın ismi neydi? Varlık Zaman. Birinci bölümde özellikle dasein’ın temel karakteristiğini bir çeşit analizleri yapar ve bu noktada içinde olmaklık, birlikte var olmaklık işte bu yönelimsellik gibi meseleleri konuşur. İkinci bölümde ise konu bu defa zaman meselesine geçer. Ama Heidegger de zaman dediğimiz şey, bizim gündelik zaman ya ölçtüğümüz bir ölçü birimi olarak kullandığımız zaman değildir. O yüzden Heidegger de meselesini biraz daha zamansallık aracılığıyla düşünmeliyiz. Çünkü Heidegger zamanı insanın var oluşuyla birlikte okur.


Bu, bakın bakın zaman değil zamansallık. Çünkü zamansallık dediğimiz şey, zamansallığın varoluşu aslında dasein’ın kendi varoluşu üzerine düşünümünü ve böylelikle kendisi üzerine bir farkındalık gerçekleştirmesini sağlayan temel motivasyondur. Ben ne kadar motivasyon desem de bunun Heidegger felsefesindeki karşılığı aslında kaygı. Hepimiz zamansal bir varoluşa sahibiz. Ölüme doğru yaşamaktayız ve ölüme doğru yaşamakta olduğumuzun farkındayız. İşte dasein’ı dasein yapan kendi üzerine bir düşünmeye iten ve öylelikle otantik bir varoluşa sahip olmasına yol açan da tam da bu sonlu zamanın bilincidir. Zaman içerisinde ölüme doğru yaşamakta olmanın farkındalığın bu getirdiği bir kaygıdır aslında benim bütün varlığa yönelik felsefi çabalarımın altında yatan.


Bu noktada şunu vurgulamak gerek; Heidegger için sonu bir varoluş bir eksiklik, bir noksanlık, bir kusur olmaktan ziyade sonlu varoluşa sahip olmanın farkındalığı aslında tam da bizi otantik bir varoluşa götürecek olan şeydir. Çünkü gerçekten de bakıldığında her şeyi bütün eylemlerimizi, ilgilerimizi, yapmakta olduğumuz anlamsal sorgulamalarımızı tam da ölüme doğru yaşamakta olduğumuzun bilinciyle yapmıyor muyuz aslında? Bir şeyin anlamının kurulması varlığın veya varoluşuna anlam kazanmasının altında yatan temel neden, insanın zamansal bir karaktere sahip olması. Bu yüzden Heidegger şöyle bir yere varacak: “Varlık nedir sorusu yerine, varlığın anlamı nedir sorusunu sormak ve varlığın anlamı nedir sorusunu soran tek canlı insan olduğuna göre, insan için var olmanın anlamı nedir sorusuna dönecek bu ve insan olmanın ve anlamı nedir dediğimizde ise vereceğiniz yanıt zamansallık olacak.


Özetle varlığın anlamı zamansal olmasıdır, varlık zamandır. Çünkü dasein’a aynı bütün olma imkânı veren ölümlülüğüdür. Bu noktada şeyi hatırlayabilirsiniz, mesela vampir filmlerini. Vampir filmlerindeki vampirler pek mutlu gözükmezler, genellikle iki bin-üç sene yaşamaktan şikayet eden bir ağaç kızağı bulup göğsüne saklamaya çalışan karakterlerle karşılaşırsınız. Ya da daha popüler bir örnek vereyim, Heidegger felsefesini anlamak için iyi bir örnek olabilir. "The Good Place" adlı dizinin 4. Sezonu tamamen Heidegger’ciydi. Çünkü karakterlerimiz en sonunda cennete vardılar ama cennete vardığımızda cennetteki kişilerin her şeye sahip olmasının sonunda yine depresyona girdiğini yine mutsuzluğa düştüğünü görürüz. Çünkü aslında bizi bugün bir şeyler yapmaya iten, o var kalım çabasını sağlayan şey, sonlu bir zamana sahip olmamızdır. Eğer sonsuz zamana sahip olduğunuzu bilseydiniz, bugün yaptığınız ne’leri yapmaya devam edersiniz. Ben bu yazıyı yazmazdım muhtemelen. İşte bu yüzden "The Good Place" dizisinde cennet adeta cehenneme dönüşüyordu. Çünkü artık bir sonsuzluğun bilinci içerisindelerdi ve onları depresyondan çıkarmak için cennete başka bir kapı, başka bir geçit daha koydular eğer isterlerse bu kapıdan geçerek, cennetteki yaşamlarını sonlandırabilir ve böylelikle cennetteki kişilerin de psikolojik buhranları ortadan kalkmıştı. Yani özetle varlığımızı anlamlı kılan şey, onun sonlanacak olması Bu bağlamda Heidegger ölümü de varoluşun bütünleyici ilkesi olarak düşünür ve ölümün varlığı ait olduğunu söyler. Bu meseleyi en iyi Hölderlin’in (1770-1843) bir dizesi özetler ki Heidegger Hölderlin’e büyük hayranlık besler. “Hayat ölümdür ve Ölüm hayatın bir türüdür” (Hölderlin, 1804).


SONUÇ


Heidegger’in “Metafiziğe Giriş” kitabı, metafiziğin temel kavramlarını ve varlık anlayışını derinlemesine ele almaktadır. Kitap, varlığın anlamını ve insanın varoluşunu anlamaya yönelik derin düşünceler içermektedir. Heidegger, varlığın sadece teorik bir kavram olmadığını, aynı zamanda insanın deneyimlediği bir gerçeklik olduğunu savunmaktadır. Bu bağlamda, varlık ve varoluşun anlamı üzerine yapılan düşünceler, insanın dünyayı nasıl algıladığını ve anlamlandırdığını açıklamaya yardımcı olmaktadır. Kitap, metafiziğin tarihini ve gelişimini de ele almaktadır. Platon’dan Nietzsche’ye kadar birçok filozofun görüşlerini incelerken, varlığın doğası ve insanın varoluşu gibi temel konuları ele alır. Heidegger, bu filozofların görüşlerini eleştirirken, kendi varlık kavrayışını ve varlıkla ilişkili olan insanın varoluşunu açıklar. Ona göre, varlık, insanın dünyayı algılaması ve anlamlandırmasıyla doğrudan ilişkilidir. Sonuç olarak, Heidegger’in “Metafiziğe Giriş” kitabı, varlık ve varoluş gibi karmaşık konuları anlamak isteyenler için önemli bir kaynaktır. Kitap, metafiziğin temel kavramlarını anlamak ve insanın varlıkla ilişkisini derinlemesine düşünmek isteyen okuyucular için değerli bir başvuru kaynağı olmaya devam etmektedir.


KAYNAKÇA


Deleuze, G. (2001). Felsefe Nedir? (T. Ilgaz, Çev.). Yayınevi.


Heidegger, M. (1965). Kant of the Problem of Metaphysics. Bloomington: Indiana University Press.


Heidegger, M. (1995). Nedir Bu Felsefe? (A. Irgat, Çev.). İstanbul: Alfa Yayınları.


Heidegger, M. (2006). Şey (E. Yıldız & A. Kauan, Çev.). Kutadgubilig, Sayı 9, İstanbul.


Heidegger, M. (2009). Metafizik Nedir? (Y. Örnek, Çev.). İstanbul: Türkiye Felsefe Kurumu.


Heidegger, M. (2014). Metafiziğe Giriş. (A. N. Yücel, Çev.). Say Yayınları.


Heidegger, M. (2018). Varlık ve Zaman (K. Ökten, Çev.). İstanbul: Alfa Yayıncılık.


Heidegger, M. (2014). Sanat Eserinin Kökeni (F. Tepebaşılı, Çev.). Ankara: De Kİ Basım Yayın.


Hölderlin, F. (1804). Hyperion. (M. Togar, Çev.). Yapı Kredi Yayınları.


Kiwestien, J., & Wheeler, M. (2012). Heidegger and Cognitive Sciences. London: Palgrave Macmillian.


Ökten, K. H. (2019). Varlık ve Zaman Okuma Rehberi. İstanbul: Alfa Yayınevi.


COGITO Dergi. (2017). Hermeneutik. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.


Tura, S. M. (Tarih). Biyosferi Anlamak. Cogito, Sayı: 89 Hermeneutik, 281-282.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sağcılık ve Solculuk nedir arasındaki farklar ve tarihsel kökeni..

Sahi siyasetteki "Sağcı" ve "Solcu" Kavramları Nerden Geliyor? Tarihsel kökeni nedir? Kendini, ‘Ben sağcıyım’ veya ‘solcuyum’ diye nitelendirilen arkadaşlar, şöyle bir toplanın bakalım. Sağcı kimdir, solcu kime denir, hep beraber öğrenelim; Sağcılık ve solculuk kavramlarının kökenini Fransız ihtilaline kadar geri götürebiliriz. Fransız ihtilalinin çalkantılı dönemlerinde 16.Laouis karışıklıkların daha fazla büyümemesi için halkı toplantıya çağırmıştı. Adı her ne kadar halk meclisi olsa toplantıda son söz ve veto hakkı kralın elindeydi. Halk ekmek derdindeyken,kral,soylular ve kilise varolan haklarını koruma ve daha fazlasını elde etme arzusundaydı. Bu mecliste kralın sağındakiler var olan düzeni savunurken,solundaysa halk destekçisi yenilikçiler vardı. Şöyle ki meşrutiyetçiler yani kralın yerinde kalmasını fakat bir meclisle yönetimi paylaşmasını savunanlar sağ tarafta oturuyorlardı. Muhafazakarlardı ve radikal değişim taraftarı değillerdi. Solda ...

Sevgi tüm kötülüklerin kaynağıdır.

B ugüne kadar hayatımıza çocukluktan itibaren tüm kavramsal etik değerleri hiç sorgulamadan, iç İnsanlık tarihi boyunca ihtiyaç duyduğumuz ve mukaddes bir duygu olan sevginin ne kadar elzem bir tutum olduğu inkar edilemez bir gerçekliktir öyle değil mi? Peki sevginin iyilikle ve kötülükle ilişkisi nedir? Sevgi iyi midir kötü müdür? Sevgi kötülüğe dönüşebilir mi? Ne yazık ki evet. Sevdiği bir kadını bir erkek neden öldürür? Para ve güç sevgisi nedeniyle neden zulümler revaçta? Çocuk sevgisiyle ebeveynlerin çocuklarına olan faşizmi hiç de azımsanmayacak değildir. O halde neden? Sevgi tüm insanlığı kapsayan bir durum değil midir? Ne yazık ki pek de kapsayıcı görünmüyor. Çünkü birine ya da birilerine yahut bir gruba, dine, ideolojiye sevgi beslediğiniz vakit onun karşıtı olan her şeyin karşısında olup hatta nefret edersiniz. Sevginin seçim olduğu her halükarda apaçık olup beraberinde karşıtını oluşturduğu ve bununla beraber, bölünmelere yol açtığını ifade edebilir miyiz? Marks’ın sözleri i...

Kuran'da namaz diye bir ritüel yoktur.

Bu yazımda çok hasas ve bir o kadar da birçok inançta var olan "namaz" ritüelinin Kuran'da yeri olup olmadığını açıklamaya çalışacağım. Bu yazının referansı yaşanılan din değil  sadece Allah'ın ayetleri esas alınacaktır. Çünkü öne sürmüş olduğum yargı namazın sadece Kuran'da olup olmadığı ile ilgilidir. Dini ritüel olan namazın kökeni ve tarihçesi nedir? Namaz sadece İslam'a mı özgüdür? Kuran' da namaz var mıdır? Kuran'da namaz mı geçiyor?.. Kalıplaşmış ve binlerce yıllık süregelen olguları değiştirmek ve de onun yanlış olduğunu beyan etmek oldukça güç görünüyor. Güce ve çoğunluğa tapan toplumlarda böyle bir teşebbüste bulunmak, bırak karamaları öldürülmeye kadar bile gider. Ama biz hakikat yolcuları ölümü bile göze alarak ve tırsmayarak doğru bildiğimiz yolda gitme cürettine sahibiz. Aksi takdirde bu günlere( gelişim ve teknolojiye) nasıl gelebilirdik?... Öncellikle Kuran'da namaz kavramı değil  salât geçmektedir. Lakin mealcilerin çoğu  sa...