Ana içeriğe atla

Felsefede intihar ve Sisifos söyleni

 Albert Camus'un Sisifos Söyleni'nde "Saçma, her sokağın dönemecinde, her adamın yüzüne çarpabilir. Sabahleyin kalkmak, tramvaya binmek, büroda ya da fabrikada 4 saat çalışmak, yemek, 4 saat iş, tramvay, yemek, uyku... Bu ve benzeri eylemleri ya da bulaşık dizmek gibi eylemleri sürekli art arda tekrarlarız, tekrarlarız ama bir noktada o sahnenin bütün dekorları yıkılır ve şöyle sorarız: Neden?" (Camus, 1997) diyerek, varoluşun hazin durumu betimler.


Bu paragraftan da anlayabileceğiniz gibi muhtemelen Sisifos Söyleni, yaşamın anlamsız oluşuna karşı yaşamaya neden devam etmemiz gerektiği konusunda kaleme alınan en ünlü eserlerden bir tanesi. "Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: intihar. Yaşamın yaşamaya değip değmediğine dair bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir. Gerisi dünyanın üç boyutlu olup olmadığı, düşüncenin 9 mu yoksa 12 ulamı mı bulunduğu sonra gelir. Gerçekten önemli olan tek bir felsefe sorunu vardır. O da intihar,' dedi. Ve yaşamın yaşanmaya değip değmediği sorusuna yanıt vermek, tüm bilimsel çabalardan, matematiksel çabalardan önce gelir, dedi (Camus, 1997).

Bu ikinci iddiadaki (yaşamanın yaşanmaya değip değmediği sorusuna yanıt vermek, tüm bilimsel çabalardan, matematiksel çabalardan önce gelir.) üzerine sanırım tekrar düşünebiliriz. Aslında bu kısma katılmayabilirim. Yani kozmolojideki herhangi bir bulgu, fizikteki veya biyolojideki herhangi bir açıklama benim varoluş sorusunu aydınlatmak ya da kendi varoluşumun ne anlama geldiği konusunda yeniden düşünmeme yol açabilir. Bu yüzden Camus'un iddiasının ikinci kısmını biraz askıya almak istiyorum. Ama intihar konusunun yaşamın yaşanmaya devam edip etmediği meselesinin felsefede oldukça kökensel olduğunu söylemek, bence de mümkün. Çünkü yataktan uyandığınızda herhangi bir çabaya girişmeden önce bu düşüncenin 9 mu yoksa 12 ulama mı olduğu türünden bir soru da olabilir, zihin-beden etkileşimi de olabilir. Ve o günü gerçekten yaşamaya devam etmek konusunda motivasyona sahip olmalısınız. Öncelikle belki de şuradan başlamak doğru olacak: Neden sorusundan.

Yaşam neden yaşamaya değer? Neden sorusunu sorabiliyor olmak, bazı şeylerde anlam, ilke, düzen, akıl, mantık arıyor olmak; genellikle insanı özgü bir davranışı olarak ya da bir beceri olarak düşünülür, değil mi? Aristoteles'in metafizikte kullandığı çok ünlü bir cümle vardır: "İnsanlar, doğal olarak anlamak, bilmek isterler" (Aristoteles, 2015:134). Sonrasında 18. yüzyılda Kant da benzer bir şekilde, insanın Tanrı, yaşam, ölümsüzlük, sonsuzluk gibi konularda, metafizik konularda düşünmesini aklın doğal bir eğilimi olduğunu söylemişti (Kant, 1785).

Ve bilişsel bilimcilerden bir tanesi olan Shaun Gallagher ise tam da bu konuyu özetleyen bir nitelikte şöyle söyler: "İnsan tefsir eden bir hayvandır" (Gallagher, 2012:45).

İşte böylesi bilişsel becerilerle birlikte şunu söylemek gerekecek, sanırım. Her şeyin, her becerinin hem faydalı olduğu, hem deva olduğu, hem de zehir olduğu bir anlam var, sanırım. Çünkü kendi varlığımız üzerine düşünebilme becerisine sahip olduğumuz gibi kendi varlığımızı anlamlandırma konusunda dünyayı, evreni, oluşu anlamlandırma konusunda bir o kadar beceriksiziz. Ve bu yüzden benim kendime bir başkasına, dünyaya, varlığa oluşa karşı, sahip olduğum yabancılık duygusuyla birlikte ortaya çıkan bir kriz var, biz buna absürdizm diyoruz.

Absürdizmin farklı filozoflarca farklı şekillerde kullanıldığını görürsünüz. En temelde absürt dediğimiz şey, Latince "akıl dışı", "mantıksız", "anlamsız", "saçma" gözüken belirli bir plana, düzene oturtulamayan şey demektir. Benim onunla kurduğum ilişkideki saçmalığın dışında, varlığın kendisinde absürt olduğunu, saçma olduğunu da düşünebilirsiniz. Ki Sartre da biraz daha bu perspektife yakındır. Ben bunları söylerken "iyi de bilim var?" diyor olabilirsiniz içinizden. Bu noktada Sisifos Söyleni'nde Albert Camus, bilimle birlikte bana dünyayı açıkladığınızı zannediyorsunuz ama aslında yarattığınız şey sadece bir imaj, bir dünya imajı, dünya imgesi yaratıyorsunuz. Çünkü onun çözümlemeye başladığınızda, onu mekanik bir sisteme indirgediğinizde, onu elektronlar bağlamında açıklamayı denediğinizde sadece onun bana sınıflandırmasını öğretiyor olursunuz. Onu bir model olarak ortaya koyarız ama bu benim yaşama deneyimim, yaşam dünyam hakkında hiçbir şey söylemez (Camus, 1997).

Bu konuda fizikalizm eleştirisi olarak, bir örnek vermek isterim. Şimdi diyelim ki aşk tanımı var, ki nörokimyasal açıdan aşkın tanımına dair bilimsel bir açıklama yapabiliriz, öyle değil mi? Aşkın ne olduğuna dair betimsel bir tanımlamaya sahip olmamla, aşk deneyiminin kendisine sahip olmam arasında bir fark var. Bu kısım bizim hem Camus'ta hem de Heidegger'de gördüğümüz ayrımlardan bir tanesi. Yani bilimlerin ortaya koymuş olduğu şeyin, bir nevi sınıflandırma, bir nevi model kurmak olduğunu ama bir birey olarak var olma deneyimini, yalnız bununla sınırlı olmadığını, bilimsel bilginin bireysel öznel yaşantıyı kuşatamayacağını söylerler.

O yüzden, bu gibi düşünürler de bilimsel bilginin bir nevi küçümsendiği ile karşılaşırız. Yani söz konusu varoluşumu anlamlandırmam olduğunda ve ben böylesi bir anlam arayışı talebinde bulunduğumda, o anlamı doğanın kendisinden çekip çıkartamıyorsam ne yapmaya başlarım, kurmaya başlarım değil mi, yaratmaya başlarım. İnsanı insan yapan en temel özelliklerden bir diğeri ise bu sanırım. "İyi hikaye yazarlarıyız."(Dostoyevski, 1880).

Bizdeki zaman algısı yüzünden sürekli olarak, hayatım nereye gidiyor, kaygısıyla ya da bu hayatın içerisinde geçirdiğim zamanın anlamı nedir sorularıyla boğuşarak, onu bir bağlama oturtma ihtiyacı duyuyoruz. Ki bu aslında evrimsel psikoloji açısından da incelenebilir şeylerden bir tanesi. Böylesi bir ilahi hikaye veya kurgunun aslında insan için ödüllendirici olduğu. Çünkü aksi takdirde içerisinde sürüklendiğimiz absürt durum, hormonel olarak bende bir mutluluk, bir tatmin, bir hoşnutluk hissi, bir güven hissi yaratmaktan ziyade kaygıyı perçinleyeceği için, böylesi bir belirsizlik, bana yaşam konusunda bir avantaj sağlamaz. O yüzden dinin kökenine ilişkin açıklama modellerinden bir tanesi, evrimsel psikolojiye işaret ederek der ki; "İyi hikayelere sahip olmamız bizi yaşama konusunda motive eden etmenlerin başında gelir." Ve işte tam da bu yüzden açıklayamadığımız yerlerde Tanrılar, kutsal planlar, ilahi bir bağlam yaratmaya çalışırız. O yüzden varoluşçuluğun babası olarak adlandırabileceğimiz Kierkegaard'a göre absürdizmden kaçınmanın iki yolu vardır:

1.) İntihar edersin;

2.) Tanrı'ya inanırsın" minvalinde bir görüşü vardı.

Her ne kadar Kierkegaard absürdizme karşı yapılabilecek iki şeyin Tanrı'ya iman etmek ya da intihar etmek olduğunu söylese de, onun dışındaki, işte Nietzsche gibi, Camus gibi, Sartre gibi diğer varoluşçu olarak adlandırabileceğimiz filozoflar, aslında felsefelerini tam da tanrıtanımazlık üzerine kurarlar.

Absürt olan hayattaki her şeyin saçma ve boş olması meselesi ve Tanrı arasındaki ilişkiyi biraz açalım istiyorum. Eğer ki içinde bulunduğum dünyada, içinde bulunduğum, sürdürmek zorunda bırakıldığım bu yaşamın hiçbir nedeni, anlamlı bir planı, daha iyi ve daha yüce bir amaç uğruna gittiği bir yer yoksa yaşamı sadece yaşamın kendisinde kalarak da anlamlandırabilir miyim ya da yaşamın değeri sadece kendisinden mütevellit bir şekilde ortaya konulabilir mi?

Başlangıçtaki Kierkegaard veya Dostoyevski gibi yazarlarda bunun karşı bir argüman üretildiğini görürüz. Çünkü Dostoyevski ne der mesela? "Tanrı yoksa her şey mübahtır" (Dostoyevski, 1880). O tabii biraz daha ahlakla olan ilişkisinden itibaren kurmaya çalışır ama kendisinin de söylediği gibi hayatı boyunca en çok düşündüğü problemlerden bir tanesi tanrının varlığı meselesi.

Çünkü Tanrı gibi bir yaratıcının ödüllendiricinin, cezalandırıcının, gözetleyenin olmadığı bir senaryoda insan özgürlüğe mahkum edilmiştir. Ama mahkum edildiği özgürlük, onda ister istemez bastıramadığı bir bulantı, bir kaygı, bir saçma duygusu yaratır. Çünkü bu bakış açısından ilerlediğimizde eylemlerimizi anlamlandıran, onları değerlendiren başımıza gelen felaketlerle baş etmemiz için daha yüce, daha iyi bir son senaryosundan mahrum kalırız. O yüzden şöyle bir yere geliyoruz. Nietzsche'nin tanrının ölümünü ilan etmesiyle birlikte, artık tanrının olmadığı bir senaryoda, yaşamı yaşam içerisinde kalarak, anlamlandırmaya doğru gideceğiz ya da tam da Camus'un dediği gibi 'çözmemiz gereken en büyük felsefi problemi olan intihar kapımızda belirecek'.

"Tanrı öldü, Tanrı'dan geriye bir ölü kaldı ve onu öldüren biziz. Hala gölgesi beliriyor uzaklarda, kendimizi nasıl avutacağız? Biz katillerin katili. Neydi bıçaklarımızın altında ölümüne kan döken? Dünyanın sahip olduğu bu en kutsal ve en kudretli şey. Bu kanı kim silecek üzerimizden? Hangi sular bizi temizleyecek? Hangi teselli şölenlerini, hangi kutsal oyunları icat etmek zorunda kalacağız? Fazla büyük değil mi bize bu davanın yüceliği? Buna layık olmak için birer Tanrı'ya dönüşmeli değil miyiz?" (Nietzsche, 2014) .

Peki, bir Tanrıya dönüşmek ne anlama gelir? Bu noktada Dostoyevski'nin "Ecinniler" adlı romanını hatırlayalım. Oradaki karakterlerden biri olan Kirilov, Tanrı' nın yokluğunda kendisinin bir Tanrı olduğunu ilan eder. Ona göre, tanrılaşmanın yegane koşulu, insan için en büyük korku olan ölüm korkusunu yenmektir. Bu da ancak kendi yaşamını sonlandırabilme cesaretini göstermektir. Bu yüzden Kirilov bir Tanrı'ya dönüşmek için intihar eder.

Absürt bir yaşamın içerisinde olduğumu fark ettikten sonra yaşamamı sonlandırmam, intihar etmem, aslında absürde karşı bir yenilgiyi beraberinde getirir. Ki Camus da intihar, saçmaya karşı yenilgidir, der (Camus, 1997). Yaşamın anlamsız olduğuna karar vermekle, yaşanılmaya değmez olduğuna karar vermek arasında fark vardır. Yaşam anlamsızdır ama yaşamaya değerdir.

Yaşamın bir anlamı olmayabilir ama yaşam anlamsız olmak zorunda değildir. Çünkü aslında bu anlam kavramının kendisi ile ilişkilidir, anlam her zaman bir ilişkidir. Şunu düşünmenizi istiyorum: Evinizdeki bir su bardağı. Su bardağı, suyu kapsayan bir araçtır, değil mi? Peki, ben bu su bardağının üstüne imza atıp onu sanat mekanına koyarsam ne olur? Bir sanat eserine dönüşür. Bu bize neyi gösterdi? Su bardağının anlamının ne olduğu, onunla ne şekilde ilişki kurduğuma bağlıdır. Dolayısıyla yaşamın ya da varlığın anlamı dediğimde aslında onunla ne şekilde ilişki kurduğuma bağlı olarak bir yanıt geliştiririm. Yaşamın mutlak bir anlamı olmayabilir ama yaşam anlamsız olmak zorunda değil. İşte bu noktada anlam yaratan sanatçılar haline gelmeliyiz, demektir.

O yüzden filozofların özellikle varoluşçu filozofların ve fenomenologların bence dönüp dolaşıp sürekli sanata gelmelerinin altında yatan şey de bu. Sanatla birlikte yaptığımız şey, olan dünyadan kafamızı kaldırıp başka bir dünya yaratmak değil mi? Sanat bir açıdan gerçeğe bağlıdır ama gerçeğin tamamı değildir. İnsanı insan yapan özelliklerden söz ediyorduk, bunlardan bir diğeri ise sanat olmalı. Yani önümde şu an bir kalemlik var. Kalemlerimi koymam için. Ama aynı zamanda bu kalemlik, estetik bir görünüme de sahiptir. Aslında bakarsanız bu estetik görünüm sahip olmasaydı da bir kalemlik, kalemlik olma işlevini yerine getirebilecekti. Ama insan için bu kalemlik veya benim kalemlik olarak görmek istediğim şey, sadece işlevini yerine getirebilmesi değil. Onunla birlikte estetik bir zevk de almak istiyorum. Sanat ve estetiği hiç de mistik bir yerden yaklaşmıyorum. Oldukça doğal süreçlerin bir sonucu olarak var. Nasıl ki bizler anlamlandırmaya çalışıyorsak, anlamlandıramadığımız yerlerde iyi hikayeler uyduruyorsak, kurmaca da sanatta yaratmakta bu bağlamda düşünülmeli. O yüzden Nietzsche'nin önerisi ile kendi hayatımızın Tanrı’sı olmak dediğimizde bir açıdan kendi hayatımızın sanatçısı olmayı da anlamalıyız sanırım. Kendi yaşamımızı bu yaşam malzemesini bir şekilde şekillendirmek, orada bir anlam bulmak, hem benim için hem toplum için geniş bağlamda etkileşime giren bir ürün ortaya koymaktır. Zira anlamı hazır paket olarak almayız,onu yaratırız. Kavramın özü gereği. Ya da yaşama, yaşamda bulunmayan bir biçimde şekil vermek de diyebiliriz. Böylesi bir varoluşçu ateizmin getirdiği sanat.

 Her birimiz, birdenbire resim yapalım demiyorum ama kendi yaşamlarımızın sanatçısı olmak aslında sahip olduğumuz bu yaşam malzemesiyle birlikte ortaya bir ürün koymak anlamına da gelebilir. Bu sanatı salt estetik zevklere veya dekoratif ürünlere indirgemekten ziyade bir var olma hali, bir teselli, bir anlam yaratımı olarak görmek anlamına gelir. Yani özetle, ödüllendirici olması sebebiyle ben sürekli bir anlam, amaç, plan arasam bile aslında yaşamın kendisinde ne olduğunu fark etmek, ondaki absürdükle yüz yüze gelmek ve onu da kabullenmek, onu da olumlamak, onu da evet demek becerisini gösterdikten sonra kendi hayatının Tanrısı olmak.

İşte bu asıl başkaldırı gibi geliyor kulağa. Teskin eden yatıştırıcı yanıtların olmadığı durumda kendi yaşamının sorumluluğunu almak..

KAYNAKÇA

Aristoteles. (2015). Metafiziğe Giriş. (M. İnal, Çev.). İstanbul: Say Yayınları

Camus, A. (1997). Sisifos Söyleni. (C. Yücel, Çev.). İstanbul:Can Yayınları.

Dostoyevski, F. ([1880]). Karamazov Kardeşler. (C. Yılmaz, Çev.). İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.

Gallagher, S. (2005). Bedensel Zihni Nasıl Şekillendirir. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları.

Kant, I. (1785). Ahlak Metafiziğinin Temelleri. (M. Gregor, Çev.). İstanbul: İdea Yayınevi.

Nietzsche, F. (2014). Böyle Buyurdu Zerdüşt (M. İ. Kılıçaslan, Çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sağcılık ve Solculuk nedir arasındaki farklar ve tarihsel kökeni..

Sahi siyasetteki "Sağcı" ve "Solcu" Kavramları Nerden Geliyor? Tarihsel kökeni nedir? Kendini, ‘Ben sağcıyım’ veya ‘solcuyum’ diye nitelendirilen arkadaşlar, şöyle bir toplanın bakalım. Sağcı kimdir, solcu kime denir, hep beraber öğrenelim; Sağcılık ve solculuk kavramlarının kökenini Fransız ihtilaline kadar geri götürebiliriz. Fransız ihtilalinin çalkantılı dönemlerinde 16.Laouis karışıklıkların daha fazla büyümemesi için halkı toplantıya çağırmıştı. Adı her ne kadar halk meclisi olsa toplantıda son söz ve veto hakkı kralın elindeydi. Halk ekmek derdindeyken,kral,soylular ve kilise varolan haklarını koruma ve daha fazlasını elde etme arzusundaydı. Bu mecliste kralın sağındakiler var olan düzeni savunurken,solundaysa halk destekçisi yenilikçiler vardı. Şöyle ki meşrutiyetçiler yani kralın yerinde kalmasını fakat bir meclisle yönetimi paylaşmasını savunanlar sağ tarafta oturuyorlardı. Muhafazakarlardı ve radikal değişim taraftarı değillerdi. Solda ...

Sevgi tüm kötülüklerin kaynağıdır.

B ugüne kadar hayatımıza çocukluktan itibaren tüm kavramsal etik değerleri hiç sorgulamadan, iç İnsanlık tarihi boyunca ihtiyaç duyduğumuz ve mukaddes bir duygu olan sevginin ne kadar elzem bir tutum olduğu inkar edilemez bir gerçekliktir öyle değil mi? Peki sevginin iyilikle ve kötülükle ilişkisi nedir? Sevgi iyi midir kötü müdür? Sevgi kötülüğe dönüşebilir mi? Ne yazık ki evet. Sevdiği bir kadını bir erkek neden öldürür? Para ve güç sevgisi nedeniyle neden zulümler revaçta? Çocuk sevgisiyle ebeveynlerin çocuklarına olan faşizmi hiç de azımsanmayacak değildir. O halde neden? Sevgi tüm insanlığı kapsayan bir durum değil midir? Ne yazık ki pek de kapsayıcı görünmüyor. Çünkü birine ya da birilerine yahut bir gruba, dine, ideolojiye sevgi beslediğiniz vakit onun karşıtı olan her şeyin karşısında olup hatta nefret edersiniz. Sevginin seçim olduğu her halükarda apaçık olup beraberinde karşıtını oluşturduğu ve bununla beraber, bölünmelere yol açtığını ifade edebilir miyiz? Marks’ın sözleri i...

Kuran'da namaz diye bir ritüel yoktur.

Bu yazımda çok hasas ve bir o kadar da birçok inançta var olan "namaz" ritüelinin Kuran'da yeri olup olmadığını açıklamaya çalışacağım. Bu yazının referansı yaşanılan din değil  sadece Allah'ın ayetleri esas alınacaktır. Çünkü öne sürmüş olduğum yargı namazın sadece Kuran'da olup olmadığı ile ilgilidir. Dini ritüel olan namazın kökeni ve tarihçesi nedir? Namaz sadece İslam'a mı özgüdür? Kuran' da namaz var mıdır? Kuran'da namaz mı geçiyor?.. Kalıplaşmış ve binlerce yıllık süregelen olguları değiştirmek ve de onun yanlış olduğunu beyan etmek oldukça güç görünüyor. Güce ve çoğunluğa tapan toplumlarda böyle bir teşebbüste bulunmak, bırak karamaları öldürülmeye kadar bile gider. Ama biz hakikat yolcuları ölümü bile göze alarak ve tırsmayarak doğru bildiğimiz yolda gitme cürettine sahibiz. Aksi takdirde bu günlere( gelişim ve teknolojiye) nasıl gelebilirdik?... Öncellikle Kuran'da namaz kavramı değil  salât geçmektedir. Lakin mealcilerin çoğu  sa...