Ana içeriğe atla

Spinoza'nın hayatı ve felsefesi

Spinoza'nın dedesi, İspanya Yahudilerinden  olup, 1492'de, Yahudiler vaftiz olma veya ölüm arasında tercihe mecbur bırakılınca, o zaman nispeten daha toleranslı olan Portekiz'e kaçtı. Spinoza'nin babası Portekiz'de doğdu, tüccarlık yapıyordu. Fakat Portekiz'de, bir süre sonra, Yahudilere vaftize veya ülkeyi terketmeye zorlayınca, Spinoza'nin babası, önce Fransa'ya gittiyse de, oradan da kovulunca, o zaman toleranslı bir ülke olan Hollanda'ya gitti (1616) ve Spinoza, Amsterdam'da dünyaya geldi (1634).

Spinoza, 6 yaşındayken, annesi ölüyor. Babası iyi bir tüccar olup, aktif bir şekilde sinanoga giden birisi. Spinoza'yı mahallelerinin Yahudi okuluna gönderiyor, Talmud ve Tevrat'in yanında, İbranice, Aramice ve de Yahudi bilginleri Ibn Ezra ve Ibn Meymun (Maïmonides)'i ögreniyor.

Babasi 1654'te ölünce, kardesiyle birlikte, babasının işini devam ettiriyorlar. Bu sırada Spinoza (20 yasinda) eski Cizvit ve felsefeci Van Enden'den Latince ögrenmeye karar veriyor ve o da, Spinoza'yi (modern) felsefeyle tanıştırıyor.
Felsefeyle birlikte, Spinoza dinden uzaklaşıyor, bu da, bulundugu Yahudi cemaatinin tepkisini çekiyor ve 1656'da, bir "herem" (excommunication=toplumdan dışlama) yayınlanıyor. Spinoza da zaten bunu arıyordu, çünkü artık tamamen ilişkisini kesmişti bu dünya ile.
Hatta dinsizliğinden dolayı bir fanatik onu bıçaklamaya çalışmış, hafif yaralamış ve filozof da, delinmiş olan mantosunu ömrünün sonuna kadar saklamıştır. Van den Enden'in okulunda, ilk çağ tarihçi ve filozoflarını, Machiavel, Bacon, Hobbes, Grotius'u ve Descartes'i okumuştur.
Bu olaydan sonra, Spinoza, babasının işlerini ve miras hakkından feragat ediyor (hatırı sayılır mal varlığından yani) ve içinde bulundugu cemaati terkederek, Rijnsburg'a, Leyde üniversitesinin yakınlarına yerleşiyor. Orada, bilginlerle temasa geçiyor.
Burada bir öğrenciye Descartes'in felsefesi üzerine ders veriyor ve bu dersler, "Descartes'in felsefesinin esasları" diye yayımlanıyor (ki Spinoza'nin hayattayken ismi ile yayınlanmış tek eseridir). Bu eser (tabii ki Latince yazilmis), Avrupa'da tanınmasına sebeb oluyor.
Tabii bu sırada Spinoza, sonradan bildiğimiz eserlerini yazıyordu (özellikle "Ethica"); Yayınladığı kitap, onun ateist(ateist değildir) olarak tanınmasına ve hedef haline getirilmesine sebeb olmuştur (Spinoza'da bunun için daha hiçbir şey yayımlamamıştır).
Sadece kendisine yapılan hücumlara cevap vermek ve felsefeyle politika ve din arasındaki bağları netliğe kavusturmak için "Tractatus theologicopoliticus"u anonim olarak yayınlamıştır (1670). Tabii herkes Spinoza oldugunu anlamıştır :)). Bu eseri muhteşem bir kitaptır.
Burada ilk kez Kutsal Kitabı tarihi ve filolojik olarak okuma metodunu ortaya koymuştur Spinoza (ki bir daha ancak XIX. asırda gerçek manada böyle bir branş ortaya çıkacak).
Eser büyük polemik yarattı, Hollanda mahkemesi kitabın yasaklanmasını kararlaştırdıysa da buna pek uyulmadı.
Leibniz bile bu eser hakkında şöyle der : "Spinoza'nın kitabını okudum. Bu kadar alim bir insanın, bu kadar alçaldığını görünce, üzüldüm" (ama 2 sene sonra da mektubunda Spinoza'ya en büyük iltifatlari yapmaktan ve onu gidip görmekten kendini alamaz :))).
Bu arada Hollanda Fransa tarafindan işgal edilir ve liberal politika güden (ve Spinoza'yı da koruyan başbakan Witt katledilir (1672) ve o özgürlük ortamı artık sona erer. Spinoza bu olaya çok üzülür, fakat yine de Hollanda'yı terketmez.

1673'te Almanya'daki bir prens onu, Heildenberg Üniversitesi'ne davet etmiş, Spinoza da, özgürlüğünden taviz veremeceğinden dolayı, bunu reddetmistir. 1675'te "Ethica"yi yayınlamak istemiş, fakat sonra vazgeçmiştir. Bu arada şöhreti ve hayranları epey artmıştı.
Bu hayranlardan biri de Leibniz. Spinoza'yı ziyaret etmiş, fakat sonradan bunu inkar etmiştir hahaha. Leibniz'de Spinoza'ya karşı şöyle bir his var: hem düşüncesine tam olarak katılmıyor (bir "Spinoza'ya reddiye" yazmıştır -yayınlanmamış) hem de büyük bir hayranlığı vardı

Spinoza'nın Tanrı ve Özgürlük anlayışına da değinmek istiyorum.
 Spinoza’ya göre, insanlar kendi tabiatlarından yola çıkarak, Tanrı’nın tabiatını tarif etmek ve ona sıfatlar
yüklemek yoluna gitmişlerdir.Spinoza’nın bu iddiaları yıllar sonra
materyalistlerden Feuerbach tarafından benzer şekilde ifade edilmiştir.Feuerbach'a göre, insan olmasını istediği şeyleri Tanrı biçiminde kurmuş, yaşama ihtiyaçlarının insanda uyandırdığı birtakım istek ve arzular düş gücü ile birleşerek insanın ideal tasavvurları olarak tanrıları yaratmıştır.
Diğer bazı düşünürler, insanların tabiatta meydana gelen sel, deprem, fırtına, yıldırım düşmesi gibi birtakım olaylardan kurtulmak için sığınacak yer aradıklarını ve zamanla Tanrı kavramına ulaştıklarını iddia etmektedir.
Spinoza Tanrı-âlem ikiliğini kaldıran panteist bir anlayış benimsemektedir.
Spinoza’ya göre, bir tek Cevher vardır, o da Tanrı’dır.Cevher ezeli ve ebedidir. Ancak Semavî dinlerin
Tanrı anlayışında olduğu gibi, Tanrı, zât değildir. Eğer böyle olmuş olsaydı o artık belli bir varlık olacaktı.
Ona göre, söz konusu dinlerin iddia ettiği gibi, Tanrı’nın zekâsı ve iradesinden de bahsedilemez.
Spinoza, Tanrı’yı biricik töz ve bütün  fenomenlerin içinde bulunan “neden” yapmakla, “Tanrı” ile “Evren” arasındaki farklılık ortadan kalkmış olmaktadır.
Tanrı evrenin içindedir, evrenin kendisidir, onun varlık sebebidir. Madde ile ruhun taşıyıcısı, aynı zamanda onların kendisidir.
Spinoza’ya göre, tabiatta zorunsuz hiçbir şey yoktur, ancak orada her şeyin şu ya da bu tarzda olması ve bir eser meydana getirmesi tanrısal tabiatın zorunluluğu ile meydana gelmektedir.
Ona göre varlık, Tanrı tarafından meydana getirildikleri tarzdan ve düzenden başka hiçbir tarz veya düzende meydana getirilmez.
Spinoza, her şeyi oluşa bağlı olarak düşünen bir filozoftur. Ona göre, özgür ve akıllı doğulmuyor. Bu
tümüyle karşılaşmaların keyfiyetine, yani çözülüp dağılmaların nasıllığına kalmış bir şeydir.
Spinoza’ya göre, insan özgür değildir, fakat onu özgürleştirmek mümkündür.
Özgürlük kişinin kendini ortaya koymasıyla gerçekleşecek bir olaydır.Kişinin kendisini ortaya koyması, yani kudretini kullanması için sınırlarını çok iyi bilmesi gerekir.
Çünkü kişinin kendisini gerçekleştirmesinin önündeki en büyük engel sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğini bilmemesidir. Dolayısıyla kişinin özgürlüğünün yolu bilgiden geçmektedir.

Sade ve çok mütevazi bir hayat yaşayan Spinoza, 21 Subat 1677'de, 44 yaşında vefat etti.
Arkasından sadece kütüphanesini ve yazdigi eserleri bıraktı. Hakikat aşkı o kadar büyüktü ki, "Ethica"sının ölümünden sonra isimsiz olarak yayınlanmasını istemiştir.
"Esas olan hakikattır, Spinoza diye birisinin yaşamış ya da yaşamamış olmasinin bir önemi yoktur" demiştir. Helal olsun!
Bu kadar mütevazi bir filozof görülmemiştir tarih boyunca!
Babasından kalan mirastan tamamen feragat ettiği için, nasıl geçinmistir diye sorulabilir. Gözlük cami temizleyerek (ve de yaparak) hayatını, oldukça mütevazi bir şekilde, idame ettirmistir. Kendisine maaş bağlayacak asilller vardı, fakat Spinoza böyle şeylere tenezzül bile etmemiştir.

Hegel, "Ya Spinoza vardır bir düşüncede, ya da orada felsefe yoktur; ikisinden biri", Bergson "Her filozofun iki felsefesi bir vardır: bir Spinoza'nın felsefesi, bir de kendi felsefesi" demişler, Deleuze de Spinoza'yi "filozoflarin prensi" olarak tanımlamıştır.

Bence Spinoza'nın sadece felsefesiyle değil, aynı zamanda yasam biçimiyle de her filozofun modelidir. Spinoza'nın yaşam  tarzına imrenmemiş kimse, felsefeyi anlamamıştır bana göre. Tam olarak felsefeye verilmiş bir hayattır çünkü bu!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sağcılık ve Solculuk nedir arasındaki farklar ve tarihsel kökeni..

Sahi siyasetteki "Sağcı" ve "Solcu" Kavramları Nerden Geliyor? Tarihsel kökeni nedir? Kendini, ‘Ben sağcıyım’ veya ‘solcuyum’ diye nitelendirilen arkadaşlar, şöyle bir toplanın bakalım. Sağcı kimdir, solcu kime denir, hep beraber öğrenelim; Sağcılık ve solculuk kavramlarının kökenini Fransız ihtilaline kadar geri götürebiliriz. Fransız ihtilalinin çalkantılı dönemlerinde 16.Laouis karışıklıkların daha fazla büyümemesi için halkı toplantıya çağırmıştı. Adı her ne kadar halk meclisi olsa toplantıda son söz ve veto hakkı kralın elindeydi. Halk ekmek derdindeyken,kral,soylular ve kilise varolan haklarını koruma ve daha fazlasını elde etme arzusundaydı. Bu mecliste kralın sağındakiler var olan düzeni savunurken,solundaysa halk destekçisi yenilikçiler vardı. Şöyle ki meşrutiyetçiler yani kralın yerinde kalmasını fakat bir meclisle yönetimi paylaşmasını savunanlar sağ tarafta oturuyorlardı. Muhafazakarlardı ve radikal değişim taraftarı değillerdi. Solda

Sevgi tüm kötülüklerin kaynağıdır.

B ugüne kadar hayatımıza çocukluktan itibaren tüm kavramsal etik değerleri hiç sorgulamadan, iç İnsanlık tarihi boyunca ihtiyaç duyduğumuz ve mukaddes bir duygu olan sevginin ne kadar elzem bir tutum olduğu inkar edilemez bir gerçekliktir öyle değil mi? Peki sevginin iyilikle ve kötülükle ilişkisi nedir? Sevgi iyi midir kötü müdür? Sevgi kötülüğe dönüşebilir mi? Ne yazık ki evet. Sevdiği bir kadını bir erkek neden öldürür? Para ve güç sevgisi nedeniyle neden zulümler revaçta? Çocuk sevgisiyle ebeveynlerin çocuklarına olan faşizmi hiç de azımsanmayacak değildir. O halde neden? Sevgi tüm insanlığı kapsayan bir durum değil midir? Ne yazık ki pek de kapsayıcı görünmüyor. Çünkü birine ya da birilerine yahut bir gruba, dine, ideolojiye sevgi beslediğiniz vakit onun karşıtı olan her şeyin karşısında olup hatta nefret edersiniz. Sevginin seçim olduğu her halükarda apaçık olup beraberinde karşıtını oluşturduğu ve bununla beraber, bölünmelere yol açtığını ifade edebilir miyiz? Marks’ın sözleri i

Transhümanizm çağı: Üst insan mi oluyoruz?

 İnsanlık tarihimiz bugüne her türlü badireler atlatarak; önceleri hayatta kalma güdüsüyle daha sonra alet yaparak ve en sonunda doğaya hükmederek muhtelif yollardan geçmekle sürekli bir gelişme göstermiştir. Bu gelişme duracak gibi de değildir. Hayatını kolaylaştırmaya doğru gelişme sağlayan yaralarını saracak teknolojiye gelinen noktada; insanlık tarihi ne kadar savaş gibi utanç verici kötülükler yaşıyor olmasına karşın beraberinde çok iyi işler de yapmaktadır. Yerleşik hayatla medeniyeti de oluşturan insan ırkı barbarlık ve hayvani benliğini de arkasında kısmen de olsa bırakarak hümanizmi benimsemiş ve insana değer vererek medeniyet öncesi karanlığı gerisinde bırakmıştır. Hümanizmle sosyal hayatı etik ve normlarla düzen sağlayan, bilim yapan insan ırkı; artık makinelerle iş yapmakta ve makinelerle birleşerek üst insan çağına giriş yapmıştır bu yüzyılımızda. Nedir bu üst insan çağı? Transhümanizm çağı.. Transhümanizmi ne olduğunu irdeleyerek bu üst insan modelimizin ne olacağını göre