Ana içeriğe atla

Karl Marx'ın felsefesi

Fikirleriyle insanlık tarihini kısa sürede çok büyük ölçekte değiştiren Karl Marx'ın düşüncelerine kısaca bakalım:

1818 yılında doğan Marx'ın büyüdüğü dönemler, İngiltere'de başlayan endüstri devriminin Avrupa'ya yayılmaya başladığı ve yeni bir sınıf olan proletaryanın sahneye çıktığı dönemdir. Marx toplumsal analizleriyle Avrupaya daha doğrusu burjuvaziye bir tehdit olarak tarihte tezahür etmişti ve etmeye devam ediyor.. Peki kimdir bu Karl Marx?

Marx, hem felsefeci hem de iktisatçıydı, ama felsefenin dünyayı değiştirmeye yetmeyeceğine inanıyordu.
Felsefenin gelişimine yaptığı temel katkı, fikirler dünyasıyla maddi dünya arasındaki ilişkiyi incelemenin bir yolu olan tarihsel materyalizmdir.
1843’te varacağı sonuçlardan korkmaksızın ve mevcut güçlerle çıkacak çatışmalara aldırmadan, dünyaya meydan okuyarak “Var olan her şeyin amansızca eleştirilmesi”ni önerip 1845’te de ekledi: “Filozoflar dünyayı çeşitli yollardan yorumlamakla yetindiler, asıl mesele onu değiştirmektir”!

Marx kapitalizme karşı komünizmi öneriyordu. Burjuvazinin işçiler tarafından devrilmesinin ardından işçi sınıfının "diktatörlüğü' kurulması gerektiğini söyleyen Marx, işçilerin demokratik yönetimi olacak bu sistemde üretimin kâr amacıyla değil ihtiyaca göre yapılmasını öneriyordu:

"Herkesten yeteneğine göre,herkese ihtiyacına göre."

Marx komünizmin, insanların sabahları avlanıp, öğleden sonraları balık tutup, akşamları hayvan besleyip, akşam yemeğinden sonra felsefe yapabileceği bir düzen olması gerektiğini söylüyordu. Komünist toplum üretimi düzenleyeceği için insanlar avcı, balıkçı, çoban ya da felsefeci olmasa da bunları yapma imkanına sahip olacaktı. İlerleyen teknoloji sayesinde insanlar daha az çalışarak daha çok şey üretebilecekti.

Marx, proleter diktatörlükten komünizme geçişin nasıl olabileceğine dair pek hazır bir reçete sunmasa da, komünizme geçişle birlikte sınıfların ve dolayısıyla devletin ortadan kalkacağını, üretimi sağlayacak işçileri yönetecek kişilerin de seçilmiş, geri çağrılabilir ve ortalama ücret alan işçilerden oluşacağını söylüyordu.

Marx, öncülü Hegel'in diyalektiğinden etkilendi, felsefesini de buna dayandırdı. Gerçek tarihsel bir süreçtir ve sürekli değişime uğrar. Bu değişimler rastgelelik üzerine değil akılcı yasalara sahiptir.
Değişim son bulmaz, kendi içinde yarattığı çelişkiler nedeniyle yeni tezlere ve antitezlere yol açar. İnsan bu döngü içinde tek başına çaresizdir, bir aradalığa ihtiyaç duyar. Günün birinde antitezi olmayan bir denge halinde insan bu düzenin kazananı olacaktır der.
Bu düşünceleri nedeniyle de idealist değil materyalisttir. Diyalektik materyalizm, bilimsel sosyalizm gibi terimler Marx'la ortaya çıkmıştır.
Marx'ın düşüncelerini pusula olarak aldığını düşünen insanların liderliği sonucu Marx'ın ölümünden 50-60 yıl sonra Dünya nüfusunun yarısı bu düşüncelerle yönetildiyse de, çoğunlukla diktatörlük ve totaliterizme meze olmakla kaldı ve 1990'da da neredeyse tamamen çöktü.
Bu nedenle Marx'ı geçtiğimiz yüzyılın sosyalist rejimlerine meze etmek yerine, kapitalizme dönük eleştirilerinin günümüz şartlarını düzeltmede nasıl yararlı olduğuna bakalım.
Kapitalizmin yarattığı krizlerin yokluk nedeniyle değil bolluktan çıktığını söyledi.
Modern endüstri herkese ihtiyacını verebilecek kadar üretken olmasına rağmen yaşanan krizlerin sadece kapitalizme özgü olduğunu söyledi.
Bu güvensizlik halinin insanlardaki stres faktörünü yükselttiğini ve hiçbir insanın kendini güvende hissedememesine neden olduğunu söyledi.
Kapitalizmin, 'işsiz' olmakta eksik, olumsuz bir şey olduğu algısını yarattığını, oysa işsiz kelimesi yerine 'özgür' de denebileceğini, hatta sürekli tatilde olan birini de utanacak bir şey yapmış gibi hissetmesini sağladığını söyledi.
Modern endüstri aynı zamanda çalışan kişinin kendini yaptığı iş üzerinden değerli hissetmesini de engelliyordu. Çünkü üretim araçları üretimde bolluğu arttırmak için üretimi parça parça ayırdığından hiçkimseye üretmiş olma şansı tanımıyordu.

Bunların yanında da 'kar'ın en yüksek ödül olarak kabul görmesi, ahlaksızlığa neden oluyor ve eğer ki ucunda karın artması olduğu müddetçe insani şartların alaşağı edilmesi kaçınılmaz oluyordu.

Marks, kâra dayalı bir ekonomik sistem olan kapitalizmin, bu kârlılığı sürdürmek için işçileri sömürmek zorunda olduğu için istikrarlı olamayacağını anlatır.
Kâr dediğimiz şey esasen işçilere ürettikleri şeyin değerinden çok daha az bir ücret ödenmesi ile oluşan artı değer sayesinde oluşur.
İşçiler ürettiklerinin karşılığını alamadıkları gibi, ürettikleri şey üzerinde de hiç bir söz hakkı sahibi olmadıkları için makineden farksızdırlar.
Marks bunu;işçinin ürettiği şeye yabancılaşması olarak tarif eder.
Kapitalizmin varlığını sürdürmek için işçileri sömürmek zorunda olduğunu savunan Marx, bu sistemde üretim araçlarını ellerinde tutan sermaye sahiplerinin her zaman zenginleşirken işçilerinse yoksullaşacağını yazdı.

Marx, kapitalist üretim biçimlerinin işçileri birer makine çarkı gibi gördüğünü, işçilerin hem sömürüldüğünü hem de üretimlerinin karşılığını alamadığını, bu nedenle işçilerin ürettikleri ürünlere ve üretim sürecine yabancılaştığını öne sürdü.

 Örnek olsun, bir araba imalatı, parça parça bölündüğünden, üretimde vidaları sıkan ömür boyu sadece vida sıkıyor, kaynak yapan sadece kaynak yaptığından, bu, insanların işe yarar hissetmelerini engelliyordu.
Marks sürekli daha fazla kâr etmeye dayalı sistemin sonunda kendi çelişkilerinin kurbanı olup çökmesinin kaçınılmaz olduğunu savunur.
Fakat bunun ne zaman olacağı belirsizdir.

Yani kapitalizm sadece ekonomik bir sistem değildi, aynı zamanda değer yargılarımızı oluşturuyordu ve bu da ahlaksızlığın kolayca yer etmesine izin veriyordu.
Marx'ın arzuladığı Dünya'da insanlar üretime katılacak ve fazlası da yine insanlara dağıtılacaktı.

İnsan, sabah balık tutabilir, öğlen resim yapabilir, akşam da şarkı söyleyebilir, istediğini istediği zaman yapabilirdi.
Bu arzuya ulaşmaya daha var belki; lakin Marx'ın birçok düşüncesinin günümüzde sosyalist rejimlere değil de gelişmiş demokrasilere ders olduğunu İskandinav ülkelerine bakarak görebiliyoruz. 20. yüzyıla damgasını vuran proletaryanın yok olmaya yüz tuttuğu bir dönemde üstelik.

Marx, toplumun kapitalist bir topluma dönüştüğüne dikkat çekmiştir. Bu toplum metaların üretimine odaklanır ve insanın emek gücünün kendisi de bir meta haline gelmiştir. Bu meta, kar elde etmek için kapitalistler tarafından sömürülür. Kapitalistler (burjuvazi), fabrika ve makinelerin sahibi olacak kadar zengin olanlardır ama işçiler (proletarya) yaşamak için emek güçlerini satmak zorundadır. Marx, kapitalizmin para, sermaye ve meta fetişizmine (bir çeşit tapınmaya) yol açtığına ve bunun da insanları yabancılaştırdığına inanmıştır. Bu yabancılaşmanın sebebi, tüketicilerin satın aldıkları ürünle onu yapmak için harcanan emek arasındaki ilişkiyi görmemeleridir.

Marx, kapitalizmin toplumu iki karşıt kutba böldüğüne inanıyordu: Burjuvazi ve Proletarya. İnsanların ideoloji tarafından etkilendiklerini düşünüyordu. Marx, proletaryanın eğitimli hale gelip sömürüldüğünü fark ettiği anda bir devrimi başlatacağına inanmıştır. Marx, toplumdaki bütün adaletsizliklerin, kaçınılmaz devrimin sonucu olarak kurulacak komünist toplum tarafından iyileştirileceğine inanmıştır. Üretim araçları merkezileştirilecek, özel mülkiyet kaldırılacak ve paranın varlığına son verilecektir. Bunların yanı sıra, Marx’ın toplumların afyonu, yani yabancılaşma ve yoksulluktan acı çekenlere aldatıcı bir destek sunan bir şey olarak gördüğü din de kaldırılacaktır.

Friedrich Engels’le 1847 yılında beraberce Komünist Manifesto’yu yazdı. Manifesto şu sözlerle biter:
“Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur.
Oysa kazanacakları bir dünya var.
Dünyanın bütün işçileri, birleşin!”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sağcılık ve Solculuk nedir arasındaki farklar ve tarihsel kökeni..

Sahi siyasetteki "Sağcı" ve "Solcu" Kavramları Nerden Geliyor? Tarihsel kökeni nedir? Kendini, ‘Ben sağcıyım’ veya ‘solcuyum’ diye nitelendirilen arkadaşlar, şöyle bir toplanın bakalım. Sağcı kimdir, solcu kime denir, hep beraber öğrenelim; Sağcılık ve solculuk kavramlarının kökenini Fransız ihtilaline kadar geri götürebiliriz. Fransız ihtilalinin çalkantılı dönemlerinde 16.Laouis karışıklıkların daha fazla büyümemesi için halkı toplantıya çağırmıştı. Adı her ne kadar halk meclisi olsa toplantıda son söz ve veto hakkı kralın elindeydi. Halk ekmek derdindeyken,kral,soylular ve kilise varolan haklarını koruma ve daha fazlasını elde etme arzusundaydı. Bu mecliste kralın sağındakiler var olan düzeni savunurken,solundaysa halk destekçisi yenilikçiler vardı. Şöyle ki meşrutiyetçiler yani kralın yerinde kalmasını fakat bir meclisle yönetimi paylaşmasını savunanlar sağ tarafta oturuyorlardı. Muhafazakarlardı ve radikal değişim taraftarı değillerdi. Solda

Sevgi tüm kötülüklerin kaynağıdır.

B ugüne kadar hayatımıza çocukluktan itibaren tüm kavramsal etik değerleri hiç sorgulamadan, iç İnsanlık tarihi boyunca ihtiyaç duyduğumuz ve mukaddes bir duygu olan sevginin ne kadar elzem bir tutum olduğu inkar edilemez bir gerçekliktir öyle değil mi? Peki sevginin iyilikle ve kötülükle ilişkisi nedir? Sevgi iyi midir kötü müdür? Sevgi kötülüğe dönüşebilir mi? Ne yazık ki evet. Sevdiği bir kadını bir erkek neden öldürür? Para ve güç sevgisi nedeniyle neden zulümler revaçta? Çocuk sevgisiyle ebeveynlerin çocuklarına olan faşizmi hiç de azımsanmayacak değildir. O halde neden? Sevgi tüm insanlığı kapsayan bir durum değil midir? Ne yazık ki pek de kapsayıcı görünmüyor. Çünkü birine ya da birilerine yahut bir gruba, dine, ideolojiye sevgi beslediğiniz vakit onun karşıtı olan her şeyin karşısında olup hatta nefret edersiniz. Sevginin seçim olduğu her halükarda apaçık olup beraberinde karşıtını oluşturduğu ve bununla beraber, bölünmelere yol açtığını ifade edebilir miyiz? Marks’ın sözleri i

Transhümanizm çağı: Üst insan mi oluyoruz?

 İnsanlık tarihimiz bugüne her türlü badireler atlatarak; önceleri hayatta kalma güdüsüyle daha sonra alet yaparak ve en sonunda doğaya hükmederek muhtelif yollardan geçmekle sürekli bir gelişme göstermiştir. Bu gelişme duracak gibi de değildir. Hayatını kolaylaştırmaya doğru gelişme sağlayan yaralarını saracak teknolojiye gelinen noktada; insanlık tarihi ne kadar savaş gibi utanç verici kötülükler yaşıyor olmasına karşın beraberinde çok iyi işler de yapmaktadır. Yerleşik hayatla medeniyeti de oluşturan insan ırkı barbarlık ve hayvani benliğini de arkasında kısmen de olsa bırakarak hümanizmi benimsemiş ve insana değer vererek medeniyet öncesi karanlığı gerisinde bırakmıştır. Hümanizmle sosyal hayatı etik ve normlarla düzen sağlayan, bilim yapan insan ırkı; artık makinelerle iş yapmakta ve makinelerle birleşerek üst insan çağına giriş yapmıştır bu yüzyılımızda. Nedir bu üst insan çağı? Transhümanizm çağı.. Transhümanizmi ne olduğunu irdeleyerek bu üst insan modelimizin ne olacağını göre